SARMAŞIK
(Annem, misafir etmediği ve
gelmelerinden pek hoşnut olmadığı çok konuk ağırlardı evde… Babam davet ettiği
hâlde gelenlerle ilgilenmezdi pek… Uzun uzun kimsenin (o zamanlar benim)
anlamadığı siyasetten, devletten konuşurdu.
Gençken annemi çocuklarla bırakıp, Ankara’da Süleyman Demirel’in
başbakanlığı döneminde özel garsonu olarak hazırladığı menülerden, gelen
konukların nasıl ağırlanması gerektiğinden, masada neler konuşulduğuna
varıncaya kadar anlatırdı. Anlatırken sızardı. Annem geriye kalan zamanda
gelenleri yeme/içme konusunda ihya eder. Kendisinin yaşadığı hayata içten içe
imrenen insanlara, babamla hayatın sıkıntılı dönemlerini anlatırdı. Aslında
kıskanılacak bir hayatı olmadığını, kıskanılacaksa sabrının kıskanılması
gerektiğini üstüne basa basa enjekte ederdi misafirlere… Giderken annemin sabrına
mazhar olduklarını görürdüm yüzlerinde.)
İş yerlerimize yakın semtlerde oturmak
zorunda olduğumuzdan, görüşebilmek, hayatımızı paylaşabilmek için tatil
günlerini beklemekten başka çaremiz yoktu, nitekim hâlâ öyle…
Bazı hafta sonları, yolu İstanbul’a
düşen arkadaşlarımızı bana sormadan misafir eder, en son bana haber verirdi.
“Hayır, hafta sonunu seninle geçirmek istiyorum.” dediğimde surat asar,
söylenirdi. Ben kabul edinceye kadar devam ederdi bu süreç… Birbirimize olan
özlemi, basit bir seks birlikteliğiymişçesine “Bir hafta sonu sevişmesek ne
olur!” derdi. Misafir için sevişmekten vaz geçerdik ne gam! Bense işi gırgıra vurup,
kocası tarafından memnun edilemeyen kadın çaçaronluğuyla ya da “Her zaman insanın başı mı ağrır ulan” diyen bir dölsaçanın sesinden: “Gelsinler bakalım ama sakın güler yüz
göstermemi bekleme haftaya keseceğim cezanı!” derdim. “Ah evet, yine onun istediğini yapıyoruz.”
Ben misafiri çok severim, yalnız kendi
davet ettiklerimi! Misafir ağırlama günü geldiğinde, erkenden alışveriş
yapılır, ufak ve doyurucu aperatiflerle donatılır masa. Yanında bir kova
sangria da cabası… Ben iki kadeh içince tüm o damızlığım gider, yerine hoş
sohbet biri gelir, işte tam bu zamanlarda çalardı kapımız…
Ben güler yüz gösterdikçe, sessizleşirdi.
Sessizliğinden anlardım gizlice içtiğini… Ufak bir müdahaleyle yatağına yatırır
geri dönerdim… Misafirleri bir anda benim davetlim hâline gelirdi… Kuru
yalakalığı sevmediğimden “Ay çok mükemmel bir çiftsiniz.” diyenleri tersler “Duvar
sarmaşığını bilir misiniz siz? İşte duvar olan o, sarmaşık olan benim! Ben
sarıldıkça o iyileşiyor. O sarmama izin verdikçe ben çiçekleniyorum!” derdim…
Misafirlerimiz giderken içten içe bilirler artık: aslında başkalarında gördüklerini
sandıkları ve aradıkları o muhteşem aşk, sanıldığı kadar kusursuz değildir. Karşılıklı
kusurların toplamıdır aşk… Ve ona tahammül edebildiğiniz kadar vardır! N
4 yorum:
Misafir Odasında olmasakta yine ben :))
Son paragraf her şeyi anlatıyor aslında, her şeyin bir özeti.
@O gay ben de; Misafir odası deyince aydım duruma! Yanlışlıkla mı sildik, hiç mi eklemedik anlamadım? Bahanesi yok halledildi efendim, söylemene sevindim :)
Evet genellikle özet geçiyorum son paragraflarda :)
Muhteşem bir anlatım olmuş. Benim ilişkilerim de hep uzundur. Kısacası kişiler değişse bile sevgilimin olduğu gerçeği değişmez. Dışarıdan bakanlar da aynı senin dediğin gibi düşünür. Aslında bilmezler ki ben sadece sevdiğim istedikçe ona sarılan bir varlığım. Kusurlarımızla bir bütünüz.. çok tatlı anlatmışsın.
sevgiler
@Kaan Arer; İlişkilerin kusurlarını seviyorum, kusursuz mutluluklar bana yapay geliyor... Belki de gülümsemek için diyetini önceden ödeyen bir ailede büyüdüğüm içindir :) Böylesi daha güzel... Beğenmene sevindim
Yorum Gönder