27 Eylül 2014




“GEL!” DE…

İçimde bir yerde
Kalbime aşk pompalayan
Geniş damarlar vardı.
Daraldı!

Kopan bir kertenkele kuyruğu gibi
Senden ayrı
Küçük aşklarda
Yavaş yavaş can verdim!

Sen şimdi kendine gel de!
Bana “Gel!” de

Aşk sana geliversin! N

26 Eylül 2014


DAİMA...


Kimsenin mutluluğuna, heyecanına, ilk kez bu topraklarda böyle bir şeyin göz önünde gerçekleşmiş olmasının verdiği yürek kabartan şakşakçılığa, konfeti laflarına diyecek bir şeyim yok. Bu günlerde izlediğimiz 5 dakikalık video ile lanse edilen evliliğin Ekin & Emrullah için daimi olmasını diliyorum. Yalnız okuduğum röportajlarında ve izlediğim videodan hareketle birkaç detay dikkatimi çekti.

Aşk etnik kökenle ilgilenmez...

Emrullah Kürt, Ekin Arap kökenli…(Eee?) Bir kız arkadaşım beni arayıp “Videoyu izledin mi?” dediğinde izlememiştim. “İzleme!” dedi. Tabii ki neden bahsettiğini izledikten sonra anladım. Türkiye toplumunun algı biçimini az çok bildiğimden, bu detayın yanlış anlaşılmadan nasıl söylesem? En iyisi pat! diye söyleyivermek “Ay Türk değillermiş zaten! Bunlar kesin dış mihrakların işidir. Zaten felsefe topluluğu muymuş neymiş ne menem bir grupsa! Masonik bir şey kesin!” şeklinde vukuu buluyor olması şaşılacak şey olmamakla birlikte, gülüp geçilecek bir algı biçimi olmadığını da belirtmekte fayda var.

Neden kırmızı kuşak? 

Kırmızı kuşağın evlilik yapan heteroseksüel çiftlerde gelinin “Bekaret” sembolü olduğunu bilmeyeniniz yoktur. Ekin’in belindeki kırmızı kuşağın neyi sembolize ettiğini anlamaya çalıştım. Ekin’in pasifize edildiğini, Emrullah’ın ise “Erkek” sembolü olarak lanse edilmek istenmiş olabileceği algısı yarattı bende. Yani kim düşünmüşse ne düşünmüş anlamak ihtiyacı hissettim.

Prova imkanı olabilseydi keşke! 

Her ikisinin elini kolunu koyacak yer bulamayışlarını… birbirlerine dokunurlarken ki çekinik hallerini, yapacakları ve yaratacakları infialin, gelen tehditlerin üstlerine yapışıp kalan şaşkınlıklarını… İçinde oldukları zamanı olmayan anları,  o anlarda bir müzede geziniyormuşçasına etraflarında alelade dolaşan turistik insanları, felsefe grubunun lafın üstüne laf söyleme çabası, art arda Türkçe ve İngilizce çeviriler, provasız alınmış bir tiyatro oyununun prömiyeri gibi aceleci olduklarını düşündürdü.

Orada değildim! 5 dakikalık videodan müşkülpesent çıkarımlarım bunlar… Daha iyisi olana kadar en iyisi bu! Yaşadıkları görünen heyecanın, hayatlarının her anına yayılmasını, her şeyden önce bir baş kaldırı olarak algıladığım bu organizasyonun onlardan kötülükleri uzak tutmasını diliyorum… N

22 Eylül 2014






UNUTULMASI GEREKEN ANLAR SERİSİ 6

SEVERKEN ÖLMEK!


Babam, annemin saçlarını severdi. 1,5 metre uzunluğundaki saçlarına sarılarak uyumayı… Annemi görmeye geldiği ilk gün elini saçlarına atmış, sakın kesme bunları yoksa beni öldürürsün demişti. Babam öldüğünde annem saçlarını ilk kez kesti. Sonra tekrar uzadı, tekrar kesti, bir daha bir daha… Annemin öldükten sonra mezarına koyulmak üzere 5 adet 1,5 metrelik saçı duruyor şu anda… İlk gün kestiğinde neden diye sormuştum: “Baban en çok saçlarımı severdi ve yine en çok onları çekerek döverdi. Saç diplerime kan otururdu.” dedi. Teselli edecek bir şey diyemedim! Bir daha hiç bu konuda konuşmadık.

Amerika’dan gelmiş bir misafirimize İstanbul’u gezdiriyorduk. Yemekten, içmekten ve İstanbul’un güzelliklerinden başımız dönüyordu. Bu kadar gezmek, İstanbul’u solumak yetmemiş olacak ki, bizim için de zaman problem olmadığından misafirimiz tatilini bir hafta daha uzattı.

Gezmediğimiz, görmediğimiz yeni mekânları geziyor, içmediğimiz içkiler içip, asla yemem dediğim yemeklerin tadına bakıyorduk!

Öyle bir yaz akşamıydı, bir önceki günden daha kendine gelememiş bir bünyeyle dışarıdaydık, ben kotamızın dolduğundan, bu akşamı erken bitirelim diye bir elimle onu çekeliyor, bir yandan dostumuza bu gecelik yeter diyordum. Misafirimiz bana katılıyor kararıma saygı gösteriyordu. O anda sol elimin boşluğu tuttuğunu hissettim. Kafamı çevirdiğimde sırtını dönmüş ileride bulunan bara doğru yürüyordu. Koşturup yakaladım beni sertçe itti ve gözlerim karardı.





Kendime geldiğimde kafatasımın arkasında bir ıslaklık, beyaz tişörtümün ve şortumun arka kısmında kan vardı. Saç diplerim kanıyordu! Otel odasındaydım, o uyuyordu. Amerikalı, dirsekleri dizlerinde elleriyle saçlarını tutmuş bana bakıyordu.

Kısaca özet geçti: “Gözlerinin beyazını göremedim! Simsiyahtı. Ona öyle tokatlar attın ki! Ne yapacağımı bilemedim. Sonra seni yakaladı ve ensenden yukarısını köpek gibi koparana kadar ısırdı. Bayılmıştın! Çevreden gelen insanlarla seni buraya taşıdım. Polis olmaması mucizeydi!”


“Evlatlarından biri, annenin kaderini yaşarmış” derler… Ben mi sabırlıyım, annem mi? Annem mi çok sevdi, ben mi? N

21 Eylül 2014



YÜZSÜZ!

Tek taraflı bir aşkta,
Yandım, közdüm, söndüm!
Sevdiklerim arasında sen,
En yüzsüzüydün! N

17 Eylül 2014




SARMAŞIK


(Annem, misafir etmediği ve gelmelerinden pek hoşnut olmadığı çok konuk ağırlardı evde… Babam davet ettiği hâlde gelenlerle ilgilenmezdi pek… Uzun uzun kimsenin (o zamanlar benim) anlamadığı siyasetten, devletten konuşurdu.  Gençken annemi çocuklarla bırakıp, Ankara’da Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde özel garsonu olarak hazırladığı menülerden, gelen konukların nasıl ağırlanması gerektiğinden, masada neler konuşulduğuna varıncaya kadar anlatırdı. Anlatırken sızardı. Annem geriye kalan zamanda gelenleri yeme/içme konusunda ihya eder. Kendisinin yaşadığı hayata içten içe imrenen insanlara, babamla hayatın sıkıntılı dönemlerini anlatırdı. Aslında kıskanılacak bir hayatı olmadığını, kıskanılacaksa sabrının kıskanılması gerektiğini üstüne basa basa enjekte ederdi misafirlere… Giderken annemin sabrına mazhar olduklarını görürdüm yüzlerinde.)

İş yerlerimize yakın semtlerde oturmak zorunda olduğumuzdan, görüşebilmek, hayatımızı paylaşabilmek için tatil günlerini beklemekten başka çaremiz yoktu, nitekim hâlâ öyle…

Bazı hafta sonları, yolu İstanbul’a düşen arkadaşlarımızı bana sormadan misafir eder, en son bana haber verirdi. “Hayır, hafta sonunu seninle geçirmek istiyorum.” dediğimde surat asar, söylenirdi. Ben kabul edinceye kadar devam ederdi bu süreç… Birbirimize olan özlemi, basit bir seks birlikteliğiymişçesine “Bir hafta sonu sevişmesek ne olur!” derdi. Misafir için sevişmekten vaz geçerdik ne gam! Bense işi gırgıra vurup, kocası tarafından memnun edilemeyen kadın çaçaronluğuyla ya da “Her zaman insanın başı mı ağrır ulan” diyen bir dölsaçanın sesinden: “Gelsinler bakalım ama sakın güler yüz göstermemi bekleme haftaya keseceğim cezanı!” derdim. “Ah evet, yine onun istediğini yapıyoruz.”  



Ben misafiri çok severim, yalnız kendi davet ettiklerimi! Misafir ağırlama günü geldiğinde, erkenden alışveriş yapılır, ufak ve doyurucu aperatiflerle donatılır masa. Yanında bir kova sangria da cabası… Ben iki kadeh içince tüm o damızlığım gider, yerine hoş sohbet biri gelir, işte tam bu zamanlarda çalardı kapımız…

Ben güler yüz gösterdikçe, sessizleşirdi. Sessizliğinden anlardım gizlice içtiğini… Ufak bir müdahaleyle yatağına yatırır geri dönerdim… Misafirleri bir anda benim davetlim hâline gelirdi… Kuru yalakalığı sevmediğimden “Ay çok mükemmel bir çiftsiniz.” diyenleri tersler “Duvar sarmaşığını bilir misiniz siz? İşte duvar olan o, sarmaşık olan benim! Ben sarıldıkça o iyileşiyor. O sarmama izin verdikçe ben çiçekleniyorum!” derdim…


Misafirlerimiz giderken içten içe bilirler artık: aslında başkalarında gördüklerini sandıkları ve aradıkları o muhteşem aşk, sanıldığı kadar kusursuz değildir. Karşılıklı kusurların toplamıdır aşk… Ve ona tahammül edebildiğiniz kadar vardır! N

14 Eylül 2014




FAYDALI BİLGİLER - 6

Kemer - Papyon

Kullandığım şeylerin benzersiz olmasını severim. Bir mağazadan aldığım ürünü aldığım gibi birkaç kez kullanırım… Daha sonra şöyle bir bakarım “Bundan ne yapabilirim” diye. Ya bir şeyler eklerim ya da parçalar başka bir zaman kullanılmak üzere bazı parçalarını kenara ayırırım.

Kullanmadığım, eskiyen valizimin lacivert askısını uzun süre çekmecede tuttuktan sonra, giydiğim kıyafete uygun kemer bulamadığım bir gün şöyle bir bakıp, “İşte bu tam aradığım şey” dedim. Kilitli klipslerini söktükten sonra halkaları birbirinin içinden geçirerek kemer haline getirmiştim. Yok ben anlamadım diyenler için şu fotoğraflara bakalım.




Bir başka şey ise hakim yaka gömleklere çok şık hava katan papyon olayı… Bunun için minik papyonlara ihtiyaç var. Ben atmaya kıyamadığım yakın bir arkadaşımın düğün davetiyesinden, hatıra olsun diye papyonunu koparmıştım. Gömleği giymekten sıkıldığım bir gün papyonu alıp yakasına çengelli iğneyle tutturmuştum. Yine fotoğraflardan gideceğiz.


 



Yani kullanmadığınız bir şey varsa, kullanılabilir hâle geleceği zamana kadar duracağı bir çekmeceniz olsun… N

13 Eylül 2014




NE YAPTIN SEN AZİZ’İM

 “– Çok okumuyorsun!” lafına gücenirim. Hayatımın yirmi yılını eğitime harcadım. Seks ve eğlencem yoktu… Bu durumda enerjimi okumaya, yazmaya, çizmeye, insanları izlemeye, psikolojilerini anlamaya ve öğrenmeye çalışarak harcamaktan başka seçenek yoktu. Okumaktan yoruldum yani bir yerden sonra, her şey aynı! 70’ler Yeşilçam sineması gibi kısır konular, ne dünyan değişiyor, ne fikrin…

Okunacak kitap bana gelir, ben kitaba gitmem. “Masturi Kabare”de birkaç yerde karşıma çıkıp “Oku beni” dedi. (Yayınevinde çalışan bir arkadaşım her ay kitap getirir; “ – Bu kalsın, bunu geri götür.” derim. “Masturi Kabare” geri götür dediklerimdendi.) Kaan Arer, kitabı “Turing Toplantıları”nın bu ay ki konusu hâline getirince, okumak zorunda kaldık. İyi ki de kaldık... 

Okurken, aklım demir makasıyla ikiye ayrıldı. “Bundan daha kötüsü olamaz!” dediğinizde daha kötüsü gelir bulur ya sizi öyle! Kitap bittiğinde, otobüsün penceresinden dışarıdaki insan kalabalığına bakıp içimden: “Ne yaptın sen Aziz’im?” dedim. “Sevdim!” dedi... Hayatı size getirdikleriyle seviniz...




Toprağından fışkırırken zambaklar,
Bana bir “Su” de!
Seni yatağımda, tenime kanatayım…
Yastığıma sarılıp ağlarsın belki,
Kokumla ruhumu, içine akıtayım… N

10 Eylül 2014



UNUTULMASI GEREKEN ANLAR SERİSİ - 5

BENİ AŞK YARALADI!

(Kedi köpek gibi dalaşır, kurdun kuzuyla oynaması gibi oynarlardı. Evde gürültü koptu mu diğer odalardan birinde, kulak kesilirdim. Sirkte yaşamıyoruz kuzum! Ne ben hayvan terbiyecisiyim, ne sen insansın… Annemin sabrı kaynayan süt gibi kabarıp taştığında, evden ayağında terlikle fırlar, aslanı tenhada yakalayan sırtlan sürüsünün lideri gibi babamı girdiği delikte sıkıştırır. Onu kravatından tasmasıymışçasına çekeleye çekeleye eve, ait olduğu yere getirirdi.)

Onu, bana zimmetlediler. Rutin hastane ziyaretinden sonra Taksim’de yakın bir kız arkadaşımızla buluşmuştuk. Arkadaşımın kulağına eğilip “Ne olur ona içme! dediğimde destek ol!” demiştim. Göz kırparak “Merak etme sen, hallederiz.” dedi. Biz bunları konuşurken, o ayağını çoktan Şarabi’nin kapısından içeriye atmıştı. İçeri girip, kolunu sıktım. “Kalk gidiyoruz!”

Kız arkadaşımızı da ikna edip “Bir iki kadeh fazla değil söz” diyeli bir saat geçmiş, kız arkadaşımız sevgilisiyle yanımızdan ayrılmıştı. Garson masaya üçüncü şişeyi bırakıyordu. Hafif pelteleşen dilimle “Bu son olsun fifti fifti” dedim. Hesabı istemek için garsona baktım arkamı döndüm ve şişe bitmişti!

Şarabi’den çıkıp istiklalde iki adım yürüdük. Saat akşam 9’du. “Daha erken, eve gitmek istemiyorum! Levi’ye ya da Pano’ya gidip devam edelim.” derken bile kullandığı antidepresanların etkisiyle sallanıyordu. “Asla! Eve gidiyoruz, hem de hemen!” dedim. Sarhoştu ve konuşamayacağı belliydi. Bu yüzden “Tamam! evi ara geliyoruz biz de” diyerek telefonu bana uzattı. Kulağım telefonda gayri-ihtiyari kolunu bıraktım ve o anda ortadan kayboldu.




360 derece etrafımda döndüm. Kalabalıktı! 20 metre ötemde barlar sokağına sendeleyerek girerken gözüme takıldı. Koştum, yakaladım! Bana ait olmadığını düşündüğüm bir acı yayılıyordu vücuduma.

- “Ahhgrrr!” Sağ elimin işaret parmağı köküne kadar ağzındaydı! Dişleriyle koparırcasına bastırıyordu! Gözlerimi acıyla kapatıp dişlerimi sıktım. “Bırakacak! Bırakacak! Şimdi bırakacak!” Bırakmadı! Alnından kafasını iterek derimin yüzülmesine aldırış etmeden dişlerinin arasından parmağımı çıkardım!

Parmağım morarıyordu ve sağlam elimde aynı acıyı tekrar hissettim, sol elimin işaret parmağını ikinci boğumundan yakalamış dişleriyle çiğniyordu. Elimi hızlıca çektim, hasar aynıydı. Yoğun bir acı! ve Morlaşma!

“Hakettin” diyordu! Durmadı, 3. Hamlesi sağ omzumdu! İki elimde can yoktu “Bırak lütfen!” diye bağırabildim yalnızca… Bıraktı ve kaçmaya başladı. Barların içinde dar bir apartman girişinde sıkıştırdım. İnsanlara bağırıyordum “Yardım edin!” Tek alabildiğim tepki kahkahaları ve sağlam işaret parmaklarının bana yönelmesiydi.

O anda karşı dükkandaki polisleri gördüm, bize bakıyorlardı! Gözlerimle bağırdım. Ekip otosuna bindirilirken kamçıyı gören o sirk hayvanı sakinleşti!




Hastanede ona müdahale yapılmasını beklerken, sedyeye beni aldılar… Omzumda 3 cm çapında kanayan bir ısırık izi, kan dolaşımı kesintiye uğramış işaret parmaklarım! 8 adet tetanos, 1 adet kuduz aşısı vurulurken “İyiyim ben!” diyordum. İYİYİM!” Ona bakmadılar bile.

Eve vardığımızda ailesi kaza geçirdiğimizi düşünmedi hayır! Biliyorlardı! Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum acıyla. Kendine geldiğinde, “Ne oldu sana?” dedi hayretle. Cevap vermedim… Hatırlamıyor olsaydı özür mahiyetinde akıttığı bir damla göz yaşını göstere göstere dudaklarıma bırakmazdı! Tek bir şey söyledim ağlarken: 
"Beni aşk yaraladı!"


- İnsanlar iyi-kötü yaşadıklarınızı hak ettiğinizi söyler! Neyi ne kadar hak ettiğinizi siz daha iyi bilirsiniz! - N

09 Eylül 2014




AYNI YILDIZIN ALTINDA (Bir Film/Bir Kitap)

Hayat hakkında iki kelime etmeden önce "The Fault In Our Stars" (Aynı Yıldızın Altında) filmini izlemenizi ya da John Green'in 2012'de yazdığı aynı isimli kitabını okumalısınız.

Kanserin herhangi bir türüne yakalanma korkumun filmden etkilenme nedenim olduğunu düşündürüyor. Aynı zamanda da ölüme giden yolda herhangi bir şeyden korkmamızın manasız olduğunu... Yalnız izleyin! N

08 Eylül 2014




KONTROL MEKANİZMASI

- Dejavu Oluyorum -

2010 yılının Haziran'ında aldığım “Barışta ve Seferde askerliğe elverişli değildir.” raporumun son kullanma tarihi geçmiş olacak ki beni tekrar GATA koridorlarında görmek istiyorlar.

Kontrollerin en laçkalaştığı - fotoğraf/video görüntü gibi materyallerin istenemediği - bir dönemde 1. derece yakınım; ablamla gitmiş, bütün testlerden geçmiş ve 30-40 kişilik kurul karşısında iki elimin başparmaklarını kırmızı mürekkebe batırıp, rüştümü ispatlamıştım.

Siteye girerken, güvenliğin “Size mektup var hocam!” diye elime tutuşturduğu zarfın üzerindeki yazılardan ve pullardan işkillendim. İçimden “siyanür olmasın! Hadi hayırlısı” diye geçirip zarfı açık havada hızlıca açtım.

İçinden bir iki paragraflık bir yazının olduğu ve “Savunma Bakanlığı … Askerlik Şubesi” başlıklı

“2’nci kontrol muayenesi (sağlık kurulu) için GATA Psikiyatri Polikliniğine sevk edileceğiniz emir ile bildirilmiştir!” yazısı…

Ne yalan söyleyeyim tüylerim ürperdi ve sırtımdan soğuk bir ter attım o dakika… Sakinim, bir görünüp geleceğim.

Devlet kontrol mekanizmasını sıkılaştırdığından. O laubali “sözlü ispat” döneminde rapor alanlar için ikinci, hatta üçüncü bir muayene şart olacak gibi gözüküyor. Yani 2010 ve sonrasında rapor alanlar hazırlanın...

07 Eylül 2014




UNUTULMASI GEREKEN ANLAR SERİSİ - 4

KENARA ÇEK!

Kendime ne yaptığımı bilmiyordum ve ailemin bana ne yaptığını… Annemin tanrısal sabrının ve babamın incir çekirdeğini meteora dönüştüren öfkesinin bir tezahürüydüm. İki negatifin bir pozitif olabileceğinin örneği… (Babam A Rh(–), Annem B Rh(–), Bense AB Rh(+)‘im…)

Onun alkolle olan imtihanını babama benzettiğimden, annem gibi sabır göstermeyi kendi imtihanım belledim. Öyle ki üniversite finallerinin olduğu gün bir telefon aldım. Numara onun numarası, ses babasının sesiydi. “Yine içmiş, zapt edemiyoruz.” Hızlı bir durum değerlendirmesinden sonra “Geliyorum!” dedim. Bütünlemede hallederdim ne de olsa sınavlarımı.

Oraya ulaştığımda alkol komasına girmek üzereydi. Arabaya biz bindiriyoruz, o öteki kapıdan çıkıyordu. Şoför koltuğuna bizden yaşça küçük kuzeni geçti, gideceğimiz hastane 2-3 dakikalık mesafedeydi. Yerinde durmuyordu. Yanına geçtim başka kimse binmedi. Yolda “İ.nesin sen!” diyordu bana. Kuzeni “Abi lütfen ama yardımcı olmaya çalışıyoruz arkadaşınla.” diyordu. Ben öfkeden etlerini sıkıyordum sabit durması için. 




O anda gözlerimin kararmasına, dizlerimin bağını çözmesine neden olacak o cümleyi kurdu: “Kenara çek! Çok iyi oral yapıyor, seninkini de ağzına al…!” Arabanın içinden caddedeki sessizlikte patlayan şiddetli bir tokatla karşılık verdim. “Kes sesini orospu çocuğu!” sonrasında baygınlık geçirdi. Biz sessiz kaldık! Birkaç saat sonra gözlerini açtığında - özür dilemesi için - yanı başındaydım.  

Hayır! Hatırlamıyordu… Gözlerimin arkasından kalbime acı bir pınar akıyordu. Yutkundum…


-Sizi seven insanların en büyük hatasıdır kavga ederken can yakmak için konuşmak! Birisiyle tartışıyorsanız tartışmanın konusuna odaklanın, “onu nasıl yaralarım?”a değil!-

05 Eylül 2014



SÜZ-GEÇ!


Bağıra bağıra gidiyorum!
Bağrımdaki et,
Yabancı bir lisan öğrenmekte…

Dağıla dağıla kayboluyorum!
Dağlanan dilim,
Sessizce ehlileşmekte…

Giderek grileşiyor renkli ruhum 
Yok oluyorum terimle, tükürüğümle!
Ne geldiyse başıma,
Senin merakından!
Gözlerimi arıyor gözyaşlarım…

Kulaklarım çınlıyor,
Ses tellerinde adım titreşmekte.
Aşktan mı ölürüz biz, açlıktan mı?
Nazar mı birikmiş yoksa,
Kalbimizin süzgecinde? N

04 Eylül 2014




SKANDAL AİLESİ - 32

- Her ölümlü evliliği tadacaktır! -

Geçen yıl, üçüncü yeğenimi istemeye geldiklerinde oradaydım. Etrafta dolaşan ve işlere koşturan bir kız  (Ela diyelim mesela!) dikkatimi çekti ilk defa gördüğüm için... Soluklanmak için dışarı çıktığımda yeğenimin babaannesine Ela: “Babaanne” dediği için eniştemin yeğeni olduğuna kanaat getirdim. Daha sonra öğrendiğime göre yeğenimin üniversiteden arkadaşıymış.

İsteme olayı kazasız belasız bittiğinde, küçük ablam yanıma geliyor: “Beni ailenize gelin alsanıza dedi Ela!” diyerek. Ailede tek bekar erkek benim! Yine de aptallığıma geldi “Ben mi?” diye sordum. Ablam: “Düşünmez misin? Çok güzel değil mi? Ne yani bütün hayatını bu şekilde geçirmek mi istiyorsun? Bunun yaşlılığı da var” şeklinde, kendince mantıklı şeyler söylüyordu. Gönlü olsun diye “Eh bir konuşun bakalım, isterse bir görüşürüm, görüşünce evlenecek değilim ya!” dedim…

Aradan birkaç gün geçtiğinde hem yeğenimin, hem ablamların “Konuşalım mı?” tacizleriyle baş başa kaldım! (Ne kadar önemliymiş evlenmem! İnsanlar nasıl da heyecanlı). Heyecanın dozunu biraz daha arttırmak için “Şimdi oradayken gaza gelip Tamam! dedim de, beni biliyorsunuz, askerlik raporum var kapı gibi… Neyse ben bir düşüneyim!” dedim ve hiç sesimi çıkarmadım. Sanırım vazgeçtiler dediğim sırada annem aradı: - “Şu kızla görüşecek misin?”  -“Anne öyle dedim de olmaz o iş, boşverin” (Demez olaydım! Madem gönlüm yokmuş ne diye onları heyecanlandırıyor muşum? Bilmiyorlar mıymış beni! Niye strese sokuyor muşum kendimi? Gönlüm yok demeliymişim.) -“Yani anne öyle de, birilerinin gösterdiğiyle olacak iş değil zaten bu işler” dedim konu sonsuza dek kapandı…

(Nah! kapandı.) Aradan aylar geçmiş ablam Ela ile konuşmuş, hayatında biri varmışmış, o zaman görüşseymişim, keşke kaçırmasaymışım, herkes evlenirmiş, dünya düzeniymiş… O hala konuşuyordu. Telefonu yüzüne kapattım! N

- Sizi benimsediklerine inandığınız insanların, içten içe kendi normlarına döneceğiniz umudunu hala taşıdıklarını bilin! -

02 Eylül 2014



GÖZÜ TAMAMEN KAPALI - 2

Yıllık iznimin bir bölümünü geçirmek üzere annemi de alıp, ablamın yazlığına gitmek için hazırlanıyordum… -Yazlık evleri 15 yıldır var ve ben ilk kez gideceğim- Her yolculuk öncesi aklımda bir "Geri dönebilecek miyim?" sorusu oluşur, kulaklığımı takar rahatlamaya çalışırım…

Evden çıktım, bindiğim otobüste valizimle bir yere yaslandım, ruh hâlime uyacak sakin bir müzik arıyordum. "Hangi duraktayım?" diye arada bir etrafıma bakınıyorum. Başımı kaldırdım ve birinin beni dikkatlice süzdüğünü fark ettim…

Anlık bir bakışla, tahminen 20’li yaşlarının sonlarında, saçları erken dökülmüş, makul ölçüde renkli giyinmiş biriydi. Kafamı çevirdim durakları sayıyor, ona bakmıyor ama görüyordum. Hâlâ izliyordu. Otobüs gittikçe kalabalıklaşıyor, kalabalıklaştıkça araya giren insanların arasından sağa sola kaykılıyor, görüş açısı geliştiriyordu. Debelenmesini görebiliyordum…

İneceğim duraktan bir iki durak önce kapıya ulaşmaya çalışırım, “İnecek var” diye bağırma fobim var, sevmem. Çoğu kez durakları bu yüzden kaçırmışımdır. Bir durak önce kapının önündeydim… Sürekli arkasına bakıyordu. Ufak sırt çantasını kavradı dik oturur pozisyonda kapıların açılmasını bekledi… Kapılar açıldı arkasına baktı, durdu… Bir durak sonra niyetini anladığım için olsa gerek, kapılar tam kapanırken kendimi dışarı attım. Otobüs iki metre gitti ve tekrar durdu. Ön kapı açıldı, kapıdan o çıktı. Bana baktı durdu. O bana doğru yürüyor, ben görmezden gelip adımları sıklaştırarak metroya yürüyordum. Beni hızlıca geçti ve metro istasyonuna girdi. 




Onun girdiği kapıya geldiğimde arkasına bakıp, sanki az önce bayrak yarışını kazanmışçasına sırıttı... (Hayır elimizde bayrak yoktu!) Telaşla yan kapıya yöneldim, diğer kapıdan girdiğimdeyse tam karşımdaydı. Bir otogar yönüne, bir hava limanı yönüne bakıyor, gözleriyle soruyordu... İki adım hava limanı geçişine yürüdüm, önümden hızla kayıp turnikeden geçti! Arkasına baktığında ben çoktan otogar yönüne giden turnikelerden geçmiştim!

Metro geldiğinde karşı yöndeydi, boynu 25 derece eğik, elini dudaklarına götürdü ve öptü, el salladı, az önce biten oyununu bir selamla -bir ingiliz atı selamıyla- noktaladı... Metroya binerken şaşkınlıktan dağılan ifademi tekrar toparladım... N

01 Eylül 2014




32 BUÇUKTAN 33

Zaman, hamurumdan bir ekmek yaptı. Kaç dilim daha yiyeceğimi bilmiyorum ama şimdiye dek 32 dilim yedirdi…

İnsanın en verimli yaşına, bireysel nirvanama ulaştım… Tecrübe edeceğim onlarca şeyin var olduğunu biliyorum. Daha az uyuyor, daha çok yaşamaya çalışıyorum hayatı. Saatlerle yaşıyoruz ve günler giderek daha hızlı geçiyor…

Her anını hissederek yaşayacağım bir yaş daha… 

Kutlu doğum haftam başlasın! N

-Dünya Barış Günü'nde güzel bir gün yaşayın... -